Sarp Yokuşlar

Hayatım boyunca hep bir şeylerin peşinden koştum durdum. Dizlerim kanıya kanıya koştum durdum. Bu bazen yırtık bir futbol topu oldu, bazen haftaya alacağım haftalığım, bazen öğrenmeye çalıştığım işim, bazen de hayat koşuşturmasında kaçırdığım derslerim.

Sanayinin yağ kokusunu da duydum, askıyı devirdiğimde çıkan bardak kırılma seslerini de. Barut kokusunu da duydum, kum çuvalına kum doldururken sızlayan avuç içlerimin acısını da. Hayat bana hep iyi tarafını gösterdi diyemem.

Hayatımda hep bir şeyler eksik oldu, eksik kaldı. Bir bardak çayım olduğunda, şekerim olmadı. Şekerim olduğunda karıştıracak kaşığım olmadı. (Bu arada çayı şekersiz içmeyi öğrendim.) Ama hiçbir yerde Van’da kapkara çaydanlıkta demlenen, ölümün gölgesinde korucularla içtiğim o çayın lezzetini bulamadım.

Okumaya devam et “Sarp Yokuşlar”

Standardize Plaza Hayatı İçerisinde Sıkışıp Kalan Bizim Orta Direkler

Okumaya üşenenler için özet: 1980’lerin meşhur tabiri “orta direk” ölmedi; içimizde yaşıyor. Ne eğilip bükülebiliyorsun ne de sıçrayabiliyorsun. Ortadan ortadan yaşıyorsun işte. İçindeki küçüğün sesi daha yüksek çıkmaya başlayıncaya kadar tabi…

Eğer Özal’ın ilk kez bir seçim propogandasında kullanarak hayatımıza kazandırdığı tabir ile “ortadirek” bir aileden gelip kapağı bir plazaya atabilmişseniz; dost acı söyler olarak alın lütfen; işiniz biraz zor şu hayatta.

Plazalarda çalışıp kravat takabilmek için ne çok emek vermişsindir kim bilir. Ailen bir yandan, sen bir yandan ne çok didinmişsinizdir o camların önünde bir yer kapasın, boynuna bir giriş kartı asasın, o turnikelerden edalı edalı geçesin diye.

Bu ülkede açlık sınırında yaşayan, senin okuduğun okulların onda birini okumaya fırsat bulamamış çocuklara ihanettir senin burun kıvırmaların. Hem öyle kolay değildir, emek verdiğin, ülke ortalamasına göre nispeten güzel paralar kazandığın bir şeyden “yok ya benim istediğim bu değilmiş” diyerek vazgeçmek…İnatla sevmeye çalışırsın.

Bilimdeki karşılığı ile Dunning-Kruger etkisi ; Türkçedeki karşılığı ile cahil cesareti olarak ifade edilen gerçek, hepimizin gerçeğidir oysa. Az bilgili insan daha özgüvenli olur.

Orta direk bir ailenin çocuğu olmak demek, çok çalışarak çok başarılı olunabileceğine inanmak demektir. İş hayatına başladığı kurumdan emekli olmuş, bunu da gayet normal saymış bir anne-babanın çocuğu olmaktır. Olur da kurum değiştirmeye kalkarsanız gözlerinizin içine “eyvah, gitti kıdem tazminatı” diye bakılmasıdır. Öyle fazlasında gözü olmayan, kısmetin bile hayırlısını “SGK primi tam yatan insan”da arayan mütevazi bir aileye sahip olmak demektir.

Beyaz yakalıların kısa yoldan para kazanmaya aklı ermez
Akıllı olmadığı, çalışkan olmadığı için değil. Ayıp sayar hatta çok zenginliği; emeğe inanır, vefaya, sonra eğitime. Yani günümüzde pek de prim yapmayan şeylere.

İşte tam burada devreye girer malum Kruger etkisi. Bakkalın olsa kasasına oturtmayacağın insanlar bir yerlere gelir sonra. Hani aslında dövmek isteyeceğin tipler. Neden dövdüğünü kendisine söylemeyeceğin, böylelikle dayaktan değil; “bu beni neden dövdü acaba” diye meraktan ölsün istediğin tipler.

Babadan kalan sermaye yok diye hayıflanmak ortak paydamızdır eyvallah ama birden para çıksa ne yapacağı konusunda bir fikri olmayan insanların sayısı azımsanamayacak kadar çoktur içimizde. Bu nedenle de bir butik otel işletmek, ya da kafe açmak dışında çok fazla bir seçeneğe rastlamazsınız, beyaz yakalıların yırtma planları arasında.

Onlar zamanında hayal kuramamış çocuklardır
Eli ekmek tutmayı, doğru düzgün bir işte iki yakasını birleştirebilmeyi, tüm bunları yaparken de dürüst olmayı başarı sayan bir aile tarafından büyütülmüşüzdür. Biz bu güzel çocuklar da bunun kıymetini bilmiş, kıt kanaat bizi okutan ailelerimize ihanet etmeyip , olmayacak hayallere kapılmamışızdır.

Zaten şimdiki gibi instagram falan da yok ki kime özeneceksin? En fazla oturduğun sokağın zenginine özenirsin, büyük düşünürsen de gazetede haber olana. Yediğini içtiğini paylaşmanın görgüsüzlük sayıldığı bir dönemde büyümüşsün. Internetin olmadığı haliyle tüm dünyanın önüne serilmediği bir zamanda gözlerini açmışşın yaşama. En büyük hayıflanman “dedem zamanında şurdan bir yer kapaydı iyiydi” olmuş. Ne olacaktı ki başka?

Bizim ailede işinden şikayet edeni hiç duymadığım gibi, hayatları boyunca hiç uçağa binmemiş olmalarına hayıflandıklarını da duymadım.

Belki bu yüzdendir “Çok mutsuzum” diyemedim şöyle ağzım dola dola, belki diyecektik ama tam o sırada şükretmeyi öğrettiler bize. Olması gereken buydu. Aralarda yırtabilenler çıktıkça imrendim; sonra öğrenim kredimin borcuna, annemin yüzüne baktım vazgeçtim.

Büyük patronlar (istisnalar her daim tenzih kapsamındadır malum) ya babadan zenginler ya da zaten kaybedecek bir şeyi olmadığı için işlere balıklama atlama cesaretini gösterenlerdir oysa. Bordrolu, SGK’lı çoğu beyaz yakalı olarak o zamana kadar doğru dürüst hayal kurmadığımızdan, birbirimizin hayalini ödünç aldık bir şekilde. “Aslında tam şuraya güzel bir köfteci açacaksın, ne iş yapar ha” sözünü bu kadar telaffuz etmemiz işte tam da bu yüzdendi.

Güneye yerleşmeyi hiç mi hiç düşünmemiş bir beyaz yakalı gördünüz mü, ben henüz denk gelmedim.

Aslında kafa o kadar çalışıyor ki, bir dönercide sarılan et üzerinden ‘günde ne kadar ciro yapılır’ı anında kafadan hesaplayabilen güzel insanlarız vesselam; kim ne derse dersin 🙂

Şimdi bakıyorum da yeni nesil daha özgüvenli oldu bizden. Kendi ailesinden gördüğü gibi elindeki varını yoğunu çocuğuna yükleyen aileler çoğunlukta sonra. Bu nedenle ingilizceyi 3 yaşında öğrenmesini istemesi, “mutlu olsun da ne yaparsa yapsın” demesi; özgüvenli çocuk yetiştirmek adına el kadar bebesini drama kurslarına yazdırması bundan. Evin bir maaşını çocuğun okuluna, bakıcısına, sonra oyun grubuna, eğitici pahalı oyuncaklarına hiç tereddütsüz gömmesi… Şimdi onlar internetli bir dünyaya gözlerini açmış pırıl pırıl çocuklar. 23 yaşında o CEO olmayacak, kendi işini kurmayacak da kim kuracak?

Melek yatırımcı peşinde koşan, rezil mi olurum acaba demeden, snapchatte, youtube’da videolarını paylaşan gençler onlar. Sonuç; onların özgüveni bizimkini döver…Onların cesareti var, bizimse kapı gibi bordromuz.

Yine de biz kurumsallar “challenge”ları severiz, challenge kelimesine henüz Türkçe bir karşılık da bulabilmiş değiliz, ama ellemeyiniz böyle iyiyiz…

Varsın ömrümüz o challenge’ların dibini görsün. Doğru bir zaman geliyor. Öyle birdenbire hemen gelmiyor belki ama hayatınızda artı eksi hesabı yaptığınız zamanların sonunda sürekli eksi vermekten bitkin düşerseniz bir gün; sizin doğru zamanınız tam da o gün oluyor. Öncenize bakıyorsunuz; sizi büyütenlere; sonranıza bakıyorsunuz; sizi özgüveni ile geçenlere. Sonra bir orta yolunu buluyorsunuz bir şekilde.

İşinden istifa edip de güneye yerleşenlerin hikayelerini okuyup okuyup kendinizi sanki yapılacak bir şey var da siz yapmıyorsunuz gibi talihsiz, beceriksiz hissetmenin bir anlamı yok. Ne istediğinizi hala bilmiyor olabilirsiniz. Ama bu hayat size ne istemediğinizi öğretiyor en azından. Hem ortadirek sözcüğünü cümle içinde kullanan politikacılar da artık yok. İçimizdeki çocukla konuşmak lazım, o ne istiyordu, bu yollara düşmeden önce? Onu iyice bir hatırlamak lazım.

Yıllarca görmezden geldiğim o küçük çoçuğa bir sözüm var. Şimdilik bu sözümün arkasındayım, gerisini nasılsa bir şekilde hallederim, ne de olsa ben de her kurumsal gibi “challenge” ları pek bi severim.

Kamu spotu: Her daim elalemin challenge’larını handle edeceğinize, biraz da kendinizinki handle ediverin; n’olur ki?

Yağmur

Deli gibi yağmur yağıyor. Ve her yağmur ya da kar yağdığında tüm beyaz yakalıların hayalini kurduğu gibi sıcak evin geniş penceresinin önündeyim. Parmaklarımı ısıtan kahve kupasını iki avucumla birden kavramışım, dumanı tütüyor kahvenin. Kokusu davetkâr. Sıcak ve salaş hırkamın kollarını parmaklarıma gelecek kadar çekmişim, alnımı camlara yaslıyor ve yağmurun usul usul yağışını izliyorum evde olduğuma şükrederek. Birazdan rahat koltuğuma uzanacak, müziği durduracak, güzel bir film izleyeceğim. Dizlerimin üzerinde ufak, salaş bir polar battaniye olacak, dokundukça tekrar dokunmak isteyeceğin yumuşaklıkta. Yağmur yağacak, ben duracağım. Evde olduğuma şükrederek belki “home sweet home” diyebilirim içinden, ama check-in yapamam. Yapmıyorum artık, zaten hiç sevememiştim. Neyse bizim yerli Gandalf yanımdayken o yapıyordu çoğunlukla, hiç aksatmaz, bazen de yanımda değilken yapıyordu. Böyle enteresan şeyler yapar o. Puan kazanıyormuş, sıralama falan oluyormuş sonra. Öyle diyor. Neyse konumuza dönelim.

Hafiften yağmur yağdığı doğru ama evde falan değilim, tıkanmış trafikteki bir aracın içinde şoför sıfatıyla seyir halindeyim. Başımı cama yaslıyorum ama ı ıhh, aynı tadı vermiyor. Hatta bir süre sonra bu camlar temiz mi acaba diye geri çekiliyorum. Beynimdeki bu havada kimse dışarıda kalmasın düşüncesi ile korna sesleri ile birbirine karışıyor. O polar battaniye bir süre daha bekleyecek beni anlaşılan. Gelen geçeni izliyorum camdan. Evsizlerden, işsizlerden biri olmadığım, işimden eve gitmekte olduğum için şükretme hali ile sanki bir işe yaradığı görülmüş gibi korna çalıp duranlara okkalı küfürler savurma hali arasındayım.

Yollar kısa süre içerisinde sele dönüşüyor, dakikalar geçtikçe hayalimden uzağa düşüyorum, eve varınca saat bilmem kaç olacak, yemek yenecek, duş alınacak, sonra yatcaz kalkcaz sabah olacak… O camların buğusuna kahve dumanın ardından bakan portreni sana bırakılan yarım hafta sonuna ertelersin artık diyorum içimden. Tıpkı yaşamayı ertelediğin gibi…

Bursa öyle bir şehir ki, O’nu ne tam olarak sevebiliyorsun ne tam olarak O’ndan nefret edebiliyorsun. Belki de ben hep haline şükret, beterin beteri var düsturlarıyla büyüdüğüm içindir. Afrikalı çocuklar örneği ile tabakta yemek bırakmamanın öğretildiği bir nesil ne kadar dibe batarcasına mutsuz ve şikâyetçi olabilir ki?

Şimdi aracımdan inmiş, eve doğru yürürken denizden çıkmış gibi sırılsıklamdım. Küçük bir balıktım işte,  o büyük denizin haliyle farkında olmadığı…

İşin fenası eskiden hangi denizde mutlu olacağımı bilmiyordum. Ama artık biliyorum. Eve yürüye yürüye hadi bilemedin en fazla 30 dklık bir yolculukla gitmenin, yolda karşılaştığın tanıdıklara selam vere vere, hal hatır sorarak günü tamamlamanın, alışverişini koca koca marketlerden değil, “o kaça bu kaça, taze mi bunlar” diye günlük muhabbetlerle bakkaldan, manavdan, kasaptan yapmanın, rezervasyon yapmadan bir yere gitme özgürlüğünün, kaldırımlarda geniş geniş yürümenin, sağında durman gereken yürüyen merdivenlerin, inenlere öncelik verilmeyen metro istasyonlarının olmadığı bir yerde alelacele değil aheste aheste yaşamanın nesi fena?

Bazen bu soruya verebilecek adamakıllı cevaplarım var, bazen yok.

Karaktersizlik İbaresi

Mütemadiyen gerçekleştirilen bir eylem, sizin olmadığınız yerde, sizin arkanızdan bik bik konuşuyorlarsa, onlar bir çeşit karaktersizliğin parçası olmuş demektir. Önce sizin hakkınızda, o süper gelişmiş(!) beyinlerinde tezler uydururlar. Kendilerini bile bunun gerçekliğine o kadar inandırırlar ki, bu tezleri o andan itibaren toplulukla kaynaşabileceği yerlerde anlatmaya başlarlar. Tabi bu da yetmez, sizi tanıyan tanımayan kişilerin olduğu ortamlarda da bu sorunlu tezlerini anlatmaya devam ederler. Bu ahlaksız bir itibarsızlaştırma hareketidir. Dervişin fikri neyse zikri de o olmalı. Ne diyelim her zaman uzaktan izleyen olacaksınız.

Bu yaşıma kadar yanımda olan ve bundan sonra da yanımda olacak insanlar bellidir. Diğer tarafta olanlar da karaktersizlikleri ile gurur duyabilirler. Çünkü onlar; patavatsız, aciz ve kişiliksizler. Her zaman acınacak halde kalacaklar. Onların yaşadığı çaresizlik onlara fazlasıyla yeter. Hayatımda bu yaşıma kadar hiçbir şeye mecbur olmadım, mecbur bırakılmadım. İş hayatı dışında ne yapıp, nasıl davranacağım hakkında kimseden icazet almadım, almam. Ama siz gidip, akıl hocalarınızı yanınıza çekebilirsiniz. Belli mi olur, belki öğreneceğiniz bir şeyler vardır. Kimsenin yüzüne gülüp, arkasından kuyusunu kazmadım, kimseyi küçük görmedim, küçük düşürmedim. Söylemem gerekeni, içime dert olanı, uygun bir ortamda uygun bir dille söyledim. Hayatımdan uzak durmasını istediğim insanlara da mesafeyi her zaman korudum. Diğer türlüsü bize yakışmazdı çünkü. İki yüzlülük olurdu, tıpkı kişiliksiz insanların yaptığı gibi. Karaktersizliklerini bile bile sizinle aynı ortamda bulunabilmeleri gibi mesela. Yakın olma çabaları gibi. Bizlere göre oldukça ilginç olan bu ve bunun gibi durumlar, onların artık yaşam biçimi olmuş durumda.

Bence önce siz bir kantarda ağırlığınızı ölçün, etrafınızdakilere bir bakın, etrafınızdan gidenlere bir bakın, ondan sonra insanlara kendinizi ifade etmeye çalışın. Bir bakın bakalım etrafınızda gerçekten birileri var mı? Herkes kimin ne yapmaya çalıştığını, geçmişte neler yaptığını gayet iyi biliyor. Sadece sabit karaktere sahip olmayanlar ağızdan dökülen birkaç kelimeye odaklanır. İşte bu yüzden bazı şeyleri kelimelerle ifade etmek, mezhebi çok geniş olmayan temiz insanlar için bana göre oldukça zordur. Yağmur başladıktan biraz sonra gelecek olan toprak kokusunu bilmek için filozof olmaya gerek yok değil mi? Bazen kelimeler kifayetsiz kalır, gözler konuşur. Yada en azından biz böyle öğrendik. Mehmet Akif’in güzel mısralarında geçtiği gibi.

Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki, her yerde.
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer, bir incecik perde.

Evet, bu duygu hayâ. Malum şahsiyetlerde olmayandan. Detaylı bilgi isteyenleri buraya alalım.

Unutmadan! Pek kıymetli egosunun hasar görmesini hazmedemeyenlerin sıklıkla maruz kaldığı acı türü var bir de. Kuyruk acısı. İşte aslında bunlar hep bu meşhur acı türünden kaynaklanıyor. Şimdi siz ömür boyu bu davranışınızdan vazgeçmeyeceksiniz, biliyorum. Böyle insanlar için çok değer verdiğim büyüğümün bir cümlesi var.

Benden uzak, Allah’a yakın olsunlar!

Selametle.

* Bu arada, yüreği temiz, güzel insanlar, sizlere karşı saygımı açıkça ifade etmemiş olabilirim. Ama mutlaka davranışlarımdan, eylemlerimden anlamış olmalısınız. İyi ki varsınız.

Hafızamdan Çıkaramadıkları(m)

Sizin de eğitim hayatınız boyunca onlarca öğretmeniniz oldu. Biliyorum. Öğrencilere göre öğretmenler gelip geçici, öğrenciler kalıcı, öğretmenler için ise durum tam tersine. İnsanoğlunun doğasında monotonluk olduğuna inanıyorum. Her şeyin değişmeden devam edeceğine kendimizi inandırıyoruz. Ama malesef durum çoğu zaman böyle olmuyor.

Öğretmek, öğretmeni ve öğrenciyi birbirine bağlayan kişisel bir eylem. Bunun mutlaka karşılıklı sevgiye dayanan bir bağ olması gerekmiyor çoğu zaman. Öğretmek ve öğrenmek için bir araya gelmek yeterli. Elbette, her şey öğrenmek değil, aynı şekilde öğretmek te değil. Bilgi her zaman öğrenilir, yeter ki öğretmen sadece okulda değil, hayatın içerisinde de yol gösterici olsun.

Bazı öğretmenler öğrencilerine sevgi ile bağlıdırlar. Evet tam da Mahmut hoca gibi. Onlar için öğrenme hep ikinci plandadır. Öyle de olmalıdır zaten. Her şeyin okuldan ibaret olmadığını öğrencilere öğretirler, öğrencilerin zihinlerindeki bariyerleri yok edebilirler. Her zaman yol gösteren, heyecan uyandıran olabilirler. Öğrencilik hayatımda sayıları oldukça az olan bu kurtarıcılardan hayatıma etki edenler, iz bırakanlar elbette oldu. Unutamadıklarım da. Bu konuyla alakalı bir derleme yapmaya karar verdim. İşte iyi ki duydum dediklerim ve hafızamdan çıkaramadıkları(m).

1. Unutma, bakış açısı her şeydir. Düşüncelerin seni nereye götürürse, hayatın da oraya gider.

2. Çevrende her görüşten, her düşünceden insanlar olacak. Her düşünceyi dinle, onlarla vakit geçir, ama hiçbir düşünceye mensup olma. En önemli şey senin aklındaki düşüncen.

3. Kendi başarı ölçülerini oluştur. Bunu en başta yap ve bir daha asla arkana dönüp bakma.

4. Kitap okumuyorsun. Kimse kitap okumaktan nefret etmez. Muhtemelen sadece çok seçici bir okuyucusun. Çoğu insan binlerce kitapla dolu bir kitapçı dükkanına girer ama sadece bazı kitaplar ilgisini çeker. Bu normaldir. O “bazı” kitapları bul.

5. Kendinle dalga geçmeyi öğren.

6. Etrafında ilham veren insanlar ve fikirler olsun. Heyecanlarına ortak ol.

7. Hayatında sonuçlarına katlanman gerekse bile dürüstlüğünü sakın ola elden bırakma.

8. Küresel çapta düşün, yerel hareket et.

9. Dijital vatandaşlık “insanlık” vatandaşlığıdır aynı zamanda.

10. Kendine güven.

11. Yaptığın iş ve hayatın birbirinden ayrı olmak zorunda değiller.Yaptığın iş mutlaka bir “kariyer” olmak zorunda değil. Yaptığın iş dünya ile günlük etkileşimindir. Yaptığın işi dikkatli seç.

12. Yazılımcılar normal insanlar olmazlar. Senden iyi yazılımcı olur.

13. Mutluluk düşündüğün şey değil. Filmlerde ve toplumsal düzende sana iyi bir işin, evliliğin ve sürekli eğlenmenin hayatın temel amaçları olduğu öğretildi. Ama gerçek mutluluk başka kaynaklardan gelir. İstek ve eylem arasındaki uyumdan. Özgürlükten. Yaratıcılıktan. Yapabilme becerisinden. İnsanlarla bağlantı kurmaktan. İnandığın şeyleri yaşamaktan.

Senin mutluluğa ulaşma yolun bambaşka olabilir. Zaten gerçek olan da budur. Mutluluk herkes için farklıdır.

14. Arada sırada düşünmeye sıfırdan başla. Bakış açını yeniden oluştur. Bunu asla tam olarak başaramayacaksın, ama dene. Çünkü yıllar boyunca içselleştirdiğin duygusal ve bilişsel önyargılarını, yetişkinlik yıllarının ilk evrelerine de beraberinde götüreceksin.

15. Öğretmenlerinin ve ebeveynlerinin sana yapmanı söyledikleri şeyleri sorgulamadan yapma. Seni seviyorlar ama senin hayatının, umutlarının, düşüncelerinin, hayallerinin ve korkularının karmaşıklığını muhtemelen anlayamazlar. Anlamaya çalıştıklarında da kendi güvensizliklerini ve özlemlerini farkında olmadan sana yansıtacaklardır. Oysa bu senin hayatın ve senin işin.

16. Sürekli önceliklerini belirle. X’in Y’ye sebep olacağını görmek her zaman kolay değil. Bir şeyler değiştikçe, artık sana uymayan şeylerden vazgeçmekten korkma.

17. Yanlış yaptığında kabul et.

18. Ben senin hayat boyu öğretmeninim. Eğer bana ihtiyaç duyarsan mutlaka beni bul.

19. Problemleri(Yazılım) küçük parçalara ayır. Küçük parçaları önem sırasına göre çözümlemeye çalış. Problemleri daha kolay çözeceğini göreceksin.

20. Hayat belki de düşündüğün kadar kolay değil, gelecek planlamanı yaptın mı?

21. Daima yeteneklerinin farkında ol. Gelecekte sorumlulukların çok daha fazla olacak. Hayat, dizi filmlerde gösterilen poz pembe yaşamdan ibaret değil. Zamanı gelince gerçeklerle yüzleşmesini bil.

22. Hangi mesleği seçersen seç, ama mutlaka sevebileceğin işi yap.

23. Hata yaparak öğreneceksin, hata yapmaktan çekinme. Dene ve araştır. Haksızlıklar karşısında sakın sessiz kalma. Elindekileri tart. Neler yapabilirim diye düşün.

24. Elinde zamanı gelince sunumunu yapabileceğin bir portfolyo olsun. Kişisel referansların için çalışmalarda bulun. Belki de şuanda “boşuna uğraş veriyorum” dediğin bir çalışma hayatını değiştirecek. Umutsuz olma.

25. Hayatın her alanında problem çıkaran değil, problemi çözmeye çabalayan ol. Her zaman yıkıcı değil, yapıcı, onarıcı ol. Böyle daha mutlu olunacağını gün geldiğinde öğreneceksin.

Yaşamınızın her bölümünde güzel insanlarla karşılaşmanız dileğiyle.

Akıllı Ürünlerin Yalnız Kölesi: Bizler

Baş döndürücü hızı ile hayatımızda her geçen gün daha fazla yer edinen teknoloji, artık sadece hayatımızı kolaylaştırma amacına hizmet etmiyor. Gün geçtikçe daha da akıllanan cihazlar, hayatımızı kolaylaştırmanın yanında bizi, yani düşüncelerimizi söndürüyor. Bu istenmeyen durum üzerinde uzun süredir düşünüyorum. Teknoloji bağımlılığı ile ilgili çeşitli makaleleri okudum. Üniversitede bazı derslerde tartışmaları yapıldığını da hatırlıyorum.

Artık arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde, birkaç dakika bile geçmeden, sözde akıllı telefonlarımızın ekranlarına odaklanıyoruz. Hatta kimi zaman arkadaşlarımızla bir araya gelmek bile bizim için büyük bir başarı olabiliyor. Bu konuda her zaman ciddi rahatsızlık duydum, duymaya da devam edeceğim. Artık arkadaşlıklarımızı sanal alemde yaşıyoruz. Evde sadece yemekte sohbet etmeye fırsat buluyoruz, belki bazen o bile olamıyor. Hızla yemeğimizi bitirip ekranlarımıza odaklanıyoruz. Etrafımızda olan bitenler ilgimizi çekmiyor, ta ki akıllı ekranlarımızda görene kadar. Hayatımızı küçük ekranlarda yaşıyor ve dünyaya o pencerelerden bakıyoruz.

Gün geçtikçe kölesi olduğumuz teknoloji, sadece arkadaşlıklarımızı almakla kalmıyor; duygularımızı, zekamızı da kısıtlıyor. Bir matematik işlemi için uğraşmaya ne gerek var ki? Telefonu açarak birkaç saniyede sonucu görebiliriz. Ya da kitap okumaya ne gerek var? Aradığımız bilgiler birkaç tuş kadar uzağımızdayken. Bu düşüncelerle artık yeni bir şey öğrenmek bize haz vermiyor, bu da tembel neslin temellerini atıyor. Birkaç nesil sonrası durum çok daha içler acısı olacağı kesin, çünkü biz bugünden teknolojinin modern kölesiyiz.

Birkaç firmanın telefonu için günlerce sırada bekleyecek kadar, arkadaşlarımızla sohbet etmeyecek kadar, yeni bir şey öğrenmeyecek kadar ve düşünmekten vazgeçecek kadar…

İçimize kapanarak sadece dünyaya baktığımız ekranları büyütüyoruz. Gün geçtikçe bencilleşerek paylaşmayı unutuyoruz. Etrafımıza saçtığımız sahte gülücükler, sahte arkadaşlıklarla yaşıyoruz. Ama korkmayın; telefonlarımız, televizyonlarımız, gözlüklerimiz ve daha birçok eşyamız daha da akıllanıyor.

Bu duruma sebep olan ise teknoloji değil, teknolojiyi kullanmayı bilmeyen biz insanlarız. Doğru amaçlara hizmet etmek için kullanmadığımız sürece de bu durum sürüp gidecek. Aile sohbetlerimiz azalacak ve bir evin içinde yabancılaşmış kişiler olarak yaşayacağız, ya da ileride “nerede o eski komşuluklar değil de, nerede o eski aileler” diyeceğiz. Sistemin kölesi olmak ya da olmamak elimizdeyken, bazı şeylerin farkına varma vakti geldi de geçiyor bile.

Sohbetlerinizi aptal ürünlerin kesmesine izin vermeyin, aradığınız bilgileri internetten bulmakla yetinmeyin, duygularınızı sanal alemle sınırlandırmayın, yeni bir ürün alırken en uzun süre kullanacağınızı seçin ve hiçbir zaman kendinizi küçük bir ekranla sınırlandırmayın…

Mutlu yarınlar.

Exit mobile version